Bugun...


YAZAR/GAZETECİ CÜNEYT ALPHAN IN 28 ŞUBAT DAVASINDAKİ KONUŞMA METNİ
Bugün burada Üstünlerin, Şahların, Padişahların, Paşaların, Düklerin, Prenslerin, Teokratların, Aristokratların, Sayın Başkanım; Monarşilerin, Oligarşilerin, Firavunların ve Diktatörlerin hukuku değil de; hukukun üstünlüğünü görmekten, makamı, şanı, şöhreti ve sosyal statüsü ne olursa olsun herkesin adaletin ve hukukun önünde hesap verebilirliğini görmekten, ülkem, milletim ve şahsım adına kıvanç duyduğumu ifade etmek isterim.

facebook-paylas
Tarih: 27-02-2020 20:48
YAZAR/GAZETECİ CÜNEYT ALPHAN IN 28 ŞUBAT DAVASINDAKİ KONUŞMA METNİ
+ -

Sayın Başkanım; 

Başta sizleri, heyetinizi ve bu salondaki herkesi saygıyla ve bütün dünyaya egemen olmasını istediğim sevgimle selamlıyorum.

Bugün burada Üstünlerin, Şahların, Padişahların, Paşaların, Düklerin, Prenslerin, Teokratların, Aristokratların, Monarşilerin, Oligarşilerin, Firavunların ve Diktatörlerin hukuku değil de; hukukun üstünlüğünü görmekten, makamı, şanı, şöhreti ve sosyal statüsü ne olursa olsun herkesin adaletin ve hukukun önünde hesap verebilirliğini görmekten, ülkem, milletim ve şahsım adına kıvanç duyduğumu ifade etmek isterim.

Gelecek nesillerimiz, yarınlarımız olan çocuklarımız adına, Türk demokrasisi, Türk hukuku ve bütün insanlık hukuku adına umut taşıdığımı da ifade etmek istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve bütün insanlık tarihinin ayıplı sayfalarında yer alacak, kendi öz be öz halkına zulüm, adaletsizlik ve hukuksuzluk yapan, 28 Şubat Darbesini gerçekleştirenleri yargılayan bu mahkemenin vereceği karar; kuşkusuz hem insanlık ve hem de ülkemizin tarihinde kayıt altına alınacaktır. Yüce mahkemenin vereceği karar ne olursa olsun, atılan bu adımı bir devrim ve yüce mahkemeyi de, evrensel adaletin gerçekleştirilmesi ile vazifelendirilmiş bir mahkeme olarak gördüğümü de ifade etmek istiyorum.

Ayrıca bu davanın iddianamesini cesurca hazırlayan Sayın Savcımızı da iki yönden de kutlamak istiyorum. Birincisi sanıkların öyle iddia ettiği gibi sahte belgelerle değil kılı kırk yararak araştırılan ve ortaya çıkarılan kanıtlara dayandırılmış olduğuna inandığım için kutluyorum. İkincisi; iddianamenin sonuç bölümü de, bana göre her akademisyenin, her tarihçinin, her sosyoloğun, her hukukçunun, her aydının ve her bireyin de okuması gereken bir bölüm olarak gördüğüm için kutluyorum.

Peki Cüneyt bu tablodan mutlu musunuz diye sorarsanız sayın başkanım; ben ancak hayatımdaki bütün mutluluğumu Şair Nazım’ın şu minnacık mısrasıyla ifade edebilirim. Hani Nazım diyor ya; “bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin? Ölsem gam yemem gayrinin resmini yapabilir misin Abidin?” diye.

Çünkü gerek 28 Şubat darbecilerinin ve gerekse önceki egemen militarist anlayışın bize dayattığı ve uyguladığı zulüm, yakma, yıkma, fişleme ve yaşam karartma neticesinde hiç mi hiç günü yüzünü göremedik.

Pişmiş tavuğun başına gelmeyen ama benim başıma gelenleri de yine yabancı bilim adamı St Agustine’nin şu ifadesiyle ifade edebilirim.

Agustine;
“Senin hiç düşmanın olmadı mı?
Bu nasıl mümkün oldu?
Sen ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin”
dediği gibi bende bütün hayatımda hem gerçeği söyleyip yazdığım ve hem de adaleti sevdiğim için adaletsizlikler ve hukuksuzluklarla meşru dairede ve asla şiddete bulaşmadan mücadele etmek zorunda kaldım.

Sayın Başkanım;

Daha önce başıma gelenlerle ilgili yüce mahkemeye sunduğum delil ve belgelere, zamanınızı fazla almamak adına burada tek tek değinmeyeceğim.
Benim rahmetli babam 6 yaşındayken dedem Rus harbine gitmiş ve şehit düşmüştür. Kuşkusuz dedem sadece Diyarbakır için değil 780 bin kilometrekarelik vatan toprakları için şehit düşmüştür.  Ve kaderin cilvesine bakın ki bende 6 yaşındayken rahmetli babam vefat etmiştir.
Eğer evim askerlerce yakılmasaydı ve yine askerlerce fişlenmemiş olup hayatım karartılmasaydı belki sizin yerinizde bugün ben olabilir ve adaleti dağıtmak durumunda biri olabilirdim.

16 Haziran 1991 tarihinde yani lise 2’ye giderken köyümüzde güvenlik kuvvetleriyle PKK militanları arasında çıkan çatışmada bizimde evimiz askerlerce yakıldı. İlgili mahkeme kararını yüce mahkemeye sunmuştum. Evimiz askerlerce yakılmasından sonra köyden Diyarbakır’a rahmetli annem ve kardeşimle taşındık. Aynı ayda aileme bakmak için küçük bir bakkaliye dükkânı açtım.

Açtıktan 15 gün sonra, Halepçe katliamından kaçan Peşmergelerden dükkânda satmak üzere birkaç karton sigara aldım ve dükkânın camekânına koydum. Söz konusu sigaraların yasak olduğunu da bilmiyordum. Polis geldi sigarlarımla birlikte beni emniyete götürdü ve akşama kadar gözaltında kaldım. Mahkeme 184 TL ceza verdi ve onu da maliyeye yatırdım.

Dolaysıyla ilk fişlenmem, fişleme tutanağında görüleceği gibi 1991 yılında, Lise 2’de okurken kaçak sigaralardan ötürü yapılmış ve bana insanlık ayıbı olan “kaçakçılık” damgası vurulmuştur.

Hani utanmasalar belki de anamdan doğduğum gibi beni fişleyeceklerdi. İşte fişleme tutanağı.

Hani Sayın Çevik Bir ve Sayın Çetin Doğan; “biz hiçbir sivili ve hiçbir TSK mensubunu fişlemedik” dediler ya, işte zulmün ve adaletsizliğin abidesi fişleme belgeniz burada sayın paşalarım.

Bu bir boru mu yoksa bir kâğıt parçası mı sayın paşalarım?

Sayın Başkanım;

O dönemde başta SSK, Tekel, Sağlık ve Maliye bakanlığının açtığı tüm sınavlara katıldım ancak hep elendim. 2000 yılında TBMM Basın Bürosuna başvurdum, girişim yapıldı ancak söz konusu bu fişleme nedeniyle ayrımcılığa ve adaletsizliğe uğrayarak yine alınmadım. Fişlendiğimi bilmiyordum ki sayın başkanım…

Hatırlanacağı gibi; 28 Şubat sürecinde merhum Sayın Başbakan Erbakan’ın “dağdakiler de kardeşimiz ve onları dağdan indirmeliyiz.” açıklamasından sonra Yazar İsmail Nacar Sayın Başbakanla görüşmüş, MGK, Genelkurmay, MİT ve Sayın Başbakanın bilgisi dahilinde PKK Lideri Öcalan’la telefonla beş saatlik bir konuşma yapmıştır. Nacar’ın bu görüşmesinden sonra bende bir gazeteci olarak konuyla ilgili bir program yapmaya karar verdim.

Diyarbakır’da yerel yayın yapan Can Tv.’de 23.08.1996 tarihinde “ Güneydoğu Sorunu” adı altında canlı olarak yayınlanan programıma katılan konuklarla birlikte telefonla İsmail Nacar, dönemin Diyarbakır milletvekili Sebgetullah Seydaoğlu, CHP Erzincan milletvekili Mustafa Kul, Yazar Etyen Mahcupyan, Yazar Hüseyin Aykol ve yazar Ahmet Hakan katılmışlardır.

Program yaptığım sırada, televizyon stüdyoları polis baskınına uğradı ve konuklarımla birlikte gözaltına alındık. Diyarbakır DGM Savcılığınca, hakkımızda “terör örgütü propagandası yaptığımız ” iddiasıyla iddianame hazırlandı.

Diyarbakır 4’nolu DGM hakkımızda Kamu davasını açtı. Ben ve konuklarım, bu asılsız suçlama neticesinde ilgili mahkemece yargılandık ve beraat edildik. Söz konusu beraat kararını da yüce mahkemenize sunmuştum.

Ancak bu beraat kararı dikkate alınmadan ikinci kez fişlendim ve ne acı ki benimle birlikte ağabeylerimin de hayatı karartıldı. Ve yine ne acı ki gerek Barış Sürecini yürüten Sayın İsmail Nacar, gerek telefonla ve gerekse canlı olarak programıma katılan konuklara bir şey olmazken ben günah keçisi olarak ilan edildim.

Sayın Başkanım;

Bir başka paradoksta; Sayın Savcının hazırladığı 28 Şubat iddianamesinde Sayın Nacar’ın ismi 4 yerde geçmekte ve BÇG tarafından Sayın Nacar’a övgüler yağdırılmaktadır. Sayın Nacar için “İsmail Nacar gibi laiklikle tanışmış yazarların kitaplarının basılmasında, televizyonlara çıkılmasında ve onlara yardımcı olunmasında yarar vardır” gibi ifadeler kullanılmaktadır.

O zaman 28 Şubat’ın darbecilerine; madem Sayın Nacar’ın girişimini destekliyor, ona övgüler yağdırıyor ve onu süreci yürütmekle görevlendiriyorsunuz, ben bu süreçle ilgili program yaptığım için neden bana bu zulmü reva gördünüz diye sormak istiyorum. 

Sayın Başkanım;

Fişleme tutanağında “terör örgütü propagandasını” yapmakla suçlanıyorum. Ben şimdiye kadar 6 kitap, 900’a yakın makale yazdım ve binlerce haber yaptım. Bütün gazetecilik hayatım boyunca PKK’nin bütün katliam ve cinayetlerini kınadığım ve politikalarını sert eleştirdiğim için PKK tarafından onlarca kez ölümle tehdit edildim.

İşte PKK tarafından ölümle tehdit edildiğimin açık belgesi!

Evet ben geçmişte yani OHAL’ın kural, kanun, ahlak ve acımanın tanımadığı dönemde; köy, insan, hayvan ve orman yakmalara, faili meçhul cinayetlere, kayıplara, işkencelere ve hukuksuzluklara şiddetle karşı çıktım. Kürtçe müzikten dolayı 26 kez DGM tarafından soruşturma geçirdim ama hayatım boyunca ayrımcılığa, bölücülüğe ve yıkıcılığa da şiddetle karşı çıktım.

Eğer ben ırkçı, bölücü, yıkıcı ve ayrımcı anlayışa sahip biri olsaydım ellerinizden öper Antalya’da yaşayan oğlum daha dokuz yaşındayken bir gün bana “baba ben Türk müyüm, Kürt müyüm?” diye soru sormazdı.

Ben bütün haberlerimi, makalelerimi, romanlarımı, kitaplarımı ve hayata dair her şeyimi Türkçe yazmama rağmen bir gün dahi yüksünmemiş, ben niye Kürtçe yazmıyorum diye hayıflanmamış ve Türkçeyi Türk kardeşlerim gibi et ve iskelet gibi görmüşümdür.

Sayın paşalarım; bize nasıl kıydınız?
Ne için kıydınız, suçumuz ve günahımız neydi diye sormak istiyorum.
Acaba sayın paşalarımızın hiç elektriği, suyu, gazı kesilmiş midir?
Aylarca aç kalmışlar mıdır?
Evlat acısını yaşamışlar mıdır?

Evlerimizi yakar, bizleri köklerimizden koparır, varoşlarının amansız kuyularına atar, bizi fişler, hayatımızı karartır ve bizi kaderlerimizle baş başa bırakırken bizim ne yiyip ne içeceğimizi hiç düşündüler mi?

Hazreti Fatima, çocukları ve eşi Hazreti Ali’yle birlikte 15 gün boyunca aç kalır ve babası olan Resulüllah (a.s)’ a 5 keçinin Beytül Mala verilmek üzere gönderildiğini duyar.

Belki bir keçi alırım diye babasına gider ancak onurundan, edebinden ve utanma duygusundan dolayı bir türlü 15 gündür çocuklarımla birlikte açım diyemez.

En kibar ifadeyle;
“Ya Resulüllah sizce melekler ne yer, ne içerler?” diye meramını anlatmaya çalışır. Bende paşalarımıza; yoksa sizde bizi Melek mi sandınız diye sormak istiyorum.

Sayın Başkanım;

Yüce mahkemeden rahmetli annem, oğlum, ailem, on binlerce mağdur ve şahsım adına sizden sadece ama sadece adalet istiyorum. Şüphesiz ki en büyük adalet Allah’ın adaletidir ama ben bu dünyada sizlerin de adaletine güvenmek ve inanmak istiyorum.

Eğer bugün burada beşeri adalet tecelli etmezse; Pir Sultan Abdal’ın;
“Kalsın benim bu davam mahşere kalsın” dediği gibi diyecek, Allah’ın Kadı, Peygamberin şefaatçi olduğu mahşerin büyük mahkemesinde bunun hesabını soracağımdan hiç kimsenin de kuşkusu olmasın.

Ayrıca şuna da inanıyorum ki; mazlumların ahı, zalimlerin zulmünden daha kahhardır. Mazlumların ahı indirir şahı, indirir padişahı ve indirir paşaları da…

Kur’anı Kerim’de; “inne Firavne tağute fil ardi- şüphesiz ki yeryüzünde Firavun tağutluk, kibir ve zulüm yaptığı için sonu helak olmuştur” der. 

O halde biz kendi öz be öz halkımıza bundan sonra zulüm etmeyeceğiz ve İstiklal Marşımızın Şairi Mehmet Akif’in nasihatini yerine getireceğiz.

Ne diyordu Akif?
“Hani ümmetin İslam idi bu kavmiyet neden?”
Ve yine Akif’in dediği gibi;
“Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden Makber, Aguşunu açmış, Bakıyor sana hak Peygamber…” diye…

Sayın Başkanım;

Bildiğiniz gibi duruşma başladığı günden beri hem müşteki ve hem de bir gazeteci olarak davayı takip ediyor ve sanıkların savunmalarını dinliyorum.

Hemen hemen bütün sanıklar, adaletten, hukuktan, temel hak ve özgürlüklerden, insan hakları evrensel bildirgesinden, Türkiye’nin taraf olduğu uluslar rası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden dem vurup durdular. Kanunlara, mevzuata, insan hak ve hürriyetine, inanç ve vicdan hürriyetine ne kadar da bağlı olduklarını dile getirmek için onlarca avukatı devreye soktular.

 

Peki gerçekten “gerçek” öyle midir? 

Hayır! Asla değil!

Burada söz konusu Sayın Çevik Bir ve Sayın Çetin Doğan döneminde sadece OHAL bölgesinde yaşanan binlerce hak ihlalini örnek verebilirim. Ama konumuzla alakalı olmayan konulara girerek zamanınızı almak istemem.

Ancak şunu da anlıyoruz ki; ellerinde silah, siyasal ve ekonomik gücü bulunduran egemenler; adalete ve hukuka ihtiyaç duymadıkları sürece adaleti ve hukuku çiğner, katlederler ama ihtiyaç duyduklarında ise, yine son sığınacakları liman ADALET VE HUKUK oluyormuş. 

Buda bize yine Kur’an-i Kerim’in şu ayetini hatırlatıyor. “El küfrün dumün, el zulmün la yedum.” Yani “yeryüzünde küfür devam eder ama zulüm asla devam etmez” der kâinatın sahibi Allah.

Sayın paşalarımızın emriyle bölgede 4500 köy ve mezra yakılıp boşaltıldı. Milyonlarca insan zorla göç ettirildi. OHAL döneminde 17 bin 500 faili belli kontur-gerilla cinayetleri yaşandı. Bu cinayetlerin çoğu devletin himayesinde ve Sayın Teoman Koman’ın kurduğu JİTEM ve JİTEM’in himayesinde Hizbulkontra elemanlarının takarrov marka silahla tek kurşunla insanların enselerine kurşun sıkılarak binlerce insanı öldürdükleri de bilinen bir gerçektir.

Yine 1996 yılında devletin namusuna emanet edilen ve devletin himayesinde olan Diyarbakır cezaevinde yatan tutuklu ve hükümlülere yönelik yapılan baskında 12 tutuklu ve hükümlü katledilmiş ve 24 tanesi de yararlanmıştır.

Bir Sayın Avukat savunma sırasında Türkiye’deki Hizbullah’ı anlattı ve söz konusu Hizbullah’ın İran bağlantılı olduğunu ima etmeye çalıştı. Ayrıca 1996 yıllarında gazetecilerin baskı, işkence, hapis vs haksızlıklara uğramadığını da iddia etmeye çalıştı. Daha çok mevcut hükümet olan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti döneminde baskı yapıldığını iddia etti.

Birde defa böyle bir iddiada bulunmak bu milletin, bu devletin, bu mahkemenin ve bütün dünyanın aklıyla alay etmektir. Sayın Avukat bölgede hiç yaşamadığı ve gerçekleri bilmediği için işkembeden atıp durdu. Önce Sayın Avukata hemen; 28 Şubat iddianamesinden de yer alan ve dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Demirel’in TSK’nin şikâyeti üzerine basına uyguladığı baskıdan bir örnek vereyim.

Demirel diyor ki; “Nasıl halledeceğim? Biraz düşünmem lazım. En büyük zorluk yerel TV ve radyolardadır. Bunlar dibimizi oyuyorlar. RTÜK’e gittim, çare bulun” dedim” diyor. Bundan da başta Diyarbakır ve bölgede televizyon ve radyolara nenden RTÜK tarafından sık sık kapatma ve para cezasını da verildiğini de öğrenmiş oldum.

Sorarım Sayın Avukata; Batman’daki Hizbullah kampına silah, lojistik ve mühimmat desteği veren Albay kimdi?

Diyarbakır’daki Hizbullah eğitim kampında Hizbullah militanlarına eğitim veren hangi albaylardı?

JİTEM’ci Murat Demir, Murat İpek, Abulkadir Aygan’lar kimin eseriydi?

Bu eser Teoman Koman ve Arif Doğan’ın eseri miydi yoksa İran Hizbullah’ının eseri miydi?

Gonca Kurişler’leri domuz bağıyla işkence edip öldürenleri, Diyarbakır ve bölgede hunharca cinayet işleyenleri ve devletten himaye görenlerini, İran veya Lübnan Hizbullahıyla ilintilendirmek tarihi ve tarihin ahlakını saptırmaktır.

28 Şubat sürecinde Gazeteciler baskı görmedi diyor Sayın Avukat. Doğru baskı görmediler yekten infaz edildiler, öldürüldüler.

Tıpkı o dönemde katledilen Gazeteci-Yazar Musa Anter, Mehmet Şenol, Namık Tarancı, Halit Gülgen, Haşim Yaşa, Metin Göktepe, Hafız Akdemir, Aysel Malkoç gibi onlarca gazetecinin öldürüldüğü gibi. Ölümden kurtulan Orhan Miroğlu gibi. Benim gibi fişlenen gazeteci gibi. 

İşte size bir örnek daha;

Nüfusa kayıtlı olduğum Silvan ilçesi Dutveren köyünde bir gün misafirdim. Akşam saatlerinde askerler geldiler. Baba Mehmet Ali Işık ile oğlu Cengiz Işık’ı aldılar. Ana cadde üzerine götürüp orada tarayıp öldürdüler. Yetmedi geldiler, evlerini ateşe verdiler. Evin içinde yaşayan 1 yaşındaki Devrim Işık yanarak can verdi. Köye de rastgele ateş açtılar.  Sonraki gün askerler sabahleyin geldiler ve biz ne dediler biliyor musunuz?

“Bu insanları kim öldürdü? Bu evi kim ateşe verdi? Söyleyin yoksa sizde suça ortak olursunuz” dediler. Adeta insanları aşağılayarak, horlayarak ve insan yerine koymayarak konuştular. Yetmedi akşam devletin TRT televizyonunda şöyle bir haber yapıldı.

“Diyarbakır ili Silvan ilçesi Dutveren köyünde güvenlik kuvvetleriyle teröristler arasında meydana gelen çatışmada 3 terörist silahlarıyla birlikte ölü ele geçirilmiştir” denildi. Hadi baba-oğul terörist diyelim yahu bir yaşındaki kundaktaki bebek nasıl terörist oluyor?

Bunu da yüce mahkemenin ve bütün insanlığın vicdanına ve adalet duygusuna bırakıyorum. Hatta bu olayın da yüce mahkeme tarafından araştırılması ve sorumluların ortaya çıkarılması da insanlık adına da yararlı olacağına inanıyorum.

Şimdi savunma sırasında başta Sayın Çevik Bir, Sayın Çetin Doğan gibi paşalarımız insanların inançları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde baskı yapmadıklarını dile getirmeye çalışırken, kimi benimde annemin başı örtülüydü, kimi dedem sakallıydı, kimi akrabalarım inançlıydı ve kimi de sakallı insanlara nizamiyeye girmelerine izin verdiklerini söyledi.

Hatırlayalım Sayın Dursun Çiçek’te “benim annem örtülüdür. Ailem dindardır.” Vs diyordu. Önce inkâr ettiği imzasını sonradan kabul etti. “tek yapamam, yukarıdan, üstlerimin emir ve talimatları aldım” demişti.

Evet örtünme bir Allah’ın emridir ve Cenab-i Allah örtünmeyi emreder. İlk İslam tabutu da örtünmeden dolayı yapılmıştır.

Bu yüzden ilk İslam tabutuna konulan Resülüllah’ın (a.s)  kızı Hazreti Fatima sadece kefeni yeterli görmediği, nazarın günahından sakındığı için ağaçtan yapma tabutu vasiyet etmiştir.

Dolaysıyla hem insanlığın ve hem de İslam’ın ilk tabut da örtünme nedeniyle yapılmıştır.

 

Sayın Başkanım;

Size şöyle bir örnek vereyim:

2000 yılında Çanakkale’de yani yedi ecdadımızın koyun koyuna yattığı yerde. 116 Jandarma Er Eğitim Alay Komutanlığı Mescidinin içerisinde asılan Mescit talimatnamesinde yazılan maddelerden biri de şuydu: Tabii o talimatnamenin altında bir komutanın imzası vardı. Diyordu ki; “Subay- Astsubay ve bütün muvazzafların bu mescide girmesi yasaktır.”
Bu ne demek?
Görevli olan subay ve ast subaylar namaz kılamaz ancak ve ancak er ve erbaşlar kılabilir demektir.

Yine unutmayalım ki; Ak Parti’nin kapatma davasındaki gerekçelerin tamamı irtica ve din faaliyetleri idi. Örneğin Denizli’de Kutlu Doğum haftası bile irtica delili olarak gösterilmiştir. İlahi yarışmaları dahi delil olarak gösterilmiştir. Yine Denizli’nin köyünde, okulda boş ders saatlerinde kadınlara din eğitimi veriliyor diye kapatmaya gerekçe gösterilmiştir. Bu Denizli olayı verilen 27 Nisan Muhtırasının birinci maddesi idi.

Hatırlayalım lütfen; Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş, okulun birinde depo gibi bir yerde namaz kılıyorlar diye savcıya yazı göndermiş ve bunu da kapatmanın gerekçesi olarak sunulmuştur.

Şimdi bütün bunlar yapıldıktan sonra “eee valla benim annem de örtülüydü, sakallılara izin verdim, akrabalarım dindardı. Ben yaptığımı hatırlamıyorum, haberim yoktu, yalandır, iftiradır. Aradan 16 yıl geçti nasıl hatırlayayım… vs” demenin hiçbir inandırıcı tarafı yoktur.

Ayrıca Sayın Çetin Doğan’ın sakallılara izin verdiğini söylemesi de doğru değildir. İşte size Sayın Doğan döneminde yaşanan bir olayı anlatayım: Gerçi o bunu da inkâr edecek, ben yapmadım, hatırlamıyorum, haberim yoktu diyecek ama olsun ben yine de söyleyeyim. 

1998’de Tekirdağ Askeri Kışlada torununu ziyaret etmek isteyen 70 yaşındaki sakallı ihtiyar amca kışlanın kapısından içeri alınmamış ve ziyaretine izin verilmemiştir. Torununu ancak erkek, sakalsız ve başı açık akrabaları ziyaret edebilmiştir.  Asker olan bir kişinin Orduevinde düğünü olduğunda başı kapalı kadın akrabalar veya dini içerikli kabul edilen sakallı erkekler düğüne alınmamışlardır. Aynı görüntüdeki erkek ve kadınlara askerdeyken ziyaret imkânı verilmemiştir.

Sayın Paşalarım:

Sizler o dönemde irtica geliyor diye yaygara koparttınız. Sizin İrtica tanımı nedir? Sizce İrtica; Türkiye Cumhuriyetine hangi bedeller ödettirmiş, hangi güvenlik duvarlarını yıkmış veya delmiştir? Kafanızda bu irtica oluşumuyla ilgili; eğer irtica vardır diyorsanız, Türkiye Cumhuriyetini içten ve dıştan güvenliğini tehlikeye sokmuş mudur? Diye sormak istiyorum.

Sayın Başkanım;

Duruşmanın başladığı ilk günlerde yine Sayın Çetin Doğan’ın bir Avukatı yüce mahkemeyi bir Yassı Ada mahkemesine benzeterek, mahkemenin mevcut siyasal iktidarın iklimine göre hareket ettiğini iddia etti. Sizi de Yassı Ada’da Mahkeme Başkanı Sayın Salim Başol’e benzeterek Başol’un Yassı Ada Mahkemesindeki ‘sizi buraya getiren güç böyle olmasını istiyor’ sözünü hatırlattı.

Bu yakıştırmaları ayıpladığımı belirtirken kendisine de şu hatırlatmayı yapmak istiyorum.

Eğer siz bir güç arıyorsanız; 28 Şubat iddianamesinde de yer alan ve Kürt nüfusunu engellemek için MGK raporlarını hazırlayanlara bakacaksınız. Ne diyordu raporda?
“2025 yılına gelindiğinde Kürt nüfusu Türk nüfusuyla eşitlenecek ve eşitlenmemesi için acilen önlem alınması gerekir”. 

Peki bir halkın nüfus artışı nasıl engellenir?
Kuşkusuz ya katliamla, ya soykırımla ya da kısırlaştırmayla olur.

Eğer siz bir güç arıyorsanız Filistin kasabı Arial Şaron’a bakacaksınız.

Eğer siz bir güç arıyorsanız Winston Churcill’in; “Türkiye Cumhuriyeti devletinin kilogramı 35’in üstüne çıkmamalıdır. Çıkması halinde düşürülmesi gerekir” sözüne ve ona biat eden dönemin TSK mensuplarına bakacaksınız.

Eğer siz bir güç arıyorsanız; “Türkiye Cumhuriyeti devleti Türklere bırakılmayacak kadar değerli bir ülkedir.” Diyene bakacaksınız.

Ve eğer siz bir güç arıyorsanız “bizim çocuklar darbeyi başardı” diyen Jimmy Carter’a bakacaksınız…

Tarihi ve hakikatleri saptırarak ne güçleri, ne karanlık oyunları ve nede gerçekleri bulamazsınız. Ve tarihte cuntanın eliyle anlı şanlı profesörlere yazdırılarak, kirli bölümleri ayıklayıp karartılarak ve parlatılarak da tarih yazılmaz. Karartılarak ve parlatılarak yazılan tarih de tarih değildir. 

54’üncü hükümete yönelik yapılan baskıları ve zorlamaları bir tarafa bırakırsak sadece fişlemelerden ötürü onlarca insanın intihar ettiğini, on binlerce TSK mensubunun mağdur olduğunu ve aileleriyle birlikte cehennem hayatını yaşadığını da göreceksiniz. Zulme, adaletsizliğe ve hukuksuzluğa kılıf uydurularak yapılan bütün hukuki yorumlar, intihar eden hiçbir canı geri getirmeyecektir.

Sayın Başkanım;

Aynı şey yapılan işkenceler içinde geçerlidir. Geçmişte güvenlik kuvvetleri binlerce insana işkence etti. Bu işkenceler yargılandı ve işkence yapanlar mahkum oldu. Ancak bu işkenceyi yapanlar üstlerinin emir ve talimatları olmadan asla yapamazlardı. Biraz önce de ifade ettiğim gibi hiçbir general zaten yazılı işkence yapın emri vermez. Ya ne yapar? Tabii ki sözlü olarak emir verir. Tıpkı 35. maddede ihtilal yapın demediği ancak bu maddeye dayanılarak şimdiye kadar ihtilal ve darbeler yapıldığı gibi.

Tıpkı YÖK yetkililerinin, Genel Kurmayda brifinglerle hizaya getirildiği gibi.

Yine hatırlayalım Sayın paşalarım; Hurşit Tolon’nun ses kaydında bir Emniyet Müdürüyle ilgili ne diyordu? “Ben o Emniyet Müdürünü aramam. O kim oluyor ki… Ben İstanbul Valisini arar; Vali! Vali o Emniyet Müdürüne söyle ayağını denk alsın, yoksa onu zıplatırız, telefonu da yüzüne kapatırız. İşlerimizi böyle yaparız” demişti.

Şimdi soruyorum bu ne demek? Bu şu demek; ya Vali veya Emniyet Müdürü işimizi yapar, ya da kendine Hakkâri, Şırnak’ta ve Beytüşabap’ta yer bulsun demektir. Ya da gümbürtüye gidecek demektir. 

Toplum mühendisliğini yapan ve BÇG’yi kuran paşalar;
“tepelerine bineceğiz, bin sene devam edilecek” dediler ama Allah’ın adaletine dayanmadılar ve ancak 12 yıl dayanabildiler.

Her ne kadar 1994-2002 yılları arasında BÇG çalışmaları başlatılmış ise de fişlenmemde görüldüğü ve yine iddianamede sayın Savcının da iddia ettiği gibi bu çalışma Dindarlara ve Kürtlere yönelik çok önceleri başlatılmıştır.

Generallerin Batık bankaların yönetiminde görev almaları, etek boyu belirleme raporları, 163’üncü maddenin geri getirme yasa tasarısı ve bu tasarının Diyanet’te hazırlatılmasını da ayrıca hatırlatmak istiyorum.

Sayın Teoman Koman’ın camilerde minber, tespih, cübbenin yasaklamasını da hatırlatmak isterim. Gölcük Donanma Komutanlığında Başbakan Erbakan’a bir erin omuz atmasını,  1732 Kur’an Kursunun kapatılmasını, BÇG tarafından Orduya alınan malların denetlenmesini de hatırlatmakta fayda vardır.

Sayın Başkanım;

28 Şubat sürecini oluşturan, yönlendiren bu insanlar askeriyedeki gibi sadece askeri şura kararları neticesinde hiçbir hukuki kaynağa dayanmasa da meslekten atılma olayını, eğer diğer devlet kurumlarında yapılmış olsalardı inanın sonumuz felaket olurdu. Milyonlarca aile mağdur ve perişan olurdu. 

Düşünün; Polis Şura Kurulu, Adliye Şura Kurulu, Milli Eğitim Şura Kurulu gibi şura oluşturup, şura oluşturan, tüm şuralardaki yetkiyi şuradaki değiştirilen Askeri şura yetkisi gibi yapabilselerdi yüz binlerce insan rahatça mesleklerinden atılabilirlerdi. Çünkü eskiden Askeri Şura kurulunun kararları hiçbir hukuki dayanağı olmasa da, askeri görevliler hakkında meslekten atılma kararı verebiliyorlardı ve bu kararlar yargıya tabii değildi.

Sayın Başkanım;

Bu bahsettiğim iddiaya örnek olarak psikolojik baskı veya mahalle baskısı, herhalde şu olay çok net ifade edecektir. 

Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün son 30 Ağustos resepsiyon değişikliğiyle resepsiyon Cumhurbaşkanlığında ve Cumhurbaşkanı tarafından yapılmıştır. Birçok insan bu durumun anlam farklılığını ve yeni olan bu durumun sivil insiyatifi açısından devrim niteliğini taşımış olduğunun anladığını zannetmiyorum.

Çünkü birçok insan tarafından her ne kadar anayasada Cumhurbaşkanı Başkomutan olduğu zikir edilse de 30 Ağustos resepsiyonun Genelkurmay’da ve Genelkurmay Başkanı tarafından yapılmasıyla: Cumhurbaşkanlığı’nda ve Cumhurbaşkanı tarafından yapılması arasındaki farkı sadece Anayasada yazılması veya sohbet arasında ifade edilmesi anlaşılmasını sağlamayacaktır.

İşte size mahalle baskısı nasıl olur, anlatayım:

Mahalle baskısı altında görev yapan Bakanlar Kurulu, Başbakan, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı dahil salondaki diğer tüm insanlar “devletin zirvesindeki Genelkurmay Başkanı ve asker olmuştur.” Şimdi kendinizi Bakanlar Kurulundan Cumhurbaşkanına kadar ki makamlarda olan birinden düşünün ve Genelkurmay Başkanlığında ve Cumhurbaşkanlığında olan resepsiyon farkını anlamaya çalışın.

Ne hissedeceksiniz?

Son değişiklikten önceki 30 Ağustos resepsiyon görüntüsü şuydu; bu resepsiyon Genelkurmay Başkanlığında yapılmaktadır. Belirlenen salona, belirlenen saatte, ilgili davetliler, Bakanlar Kurulu, Başbakan, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı yerini almışlardır. Sadece yerini almayan bir kişi kalmıştır. Salonun tüm kapıları kapatılmıştır. Program başlamak üzeredir. Salonun özel bir kapısı tekrar açılır ve bir subay tarafından avazı çıktığı kadar; Dikkat! Diye bağırır.

Ve içeriye Genelkurmay Başkanı girer…

Bakanlar Kurulu, Başbakan, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı ayağa kalkmıştır. Genelkurmay Başkanı içeri girer, yerine geçer ve yerine oturur. Ondan sonra herkes oturur.

Şimdi sorarım herkese; bu görüntü de Başkomutan anayasada yazıldığı gibi Cumhurbaşkanı mıdır yoksa Genelkurmay Başkanı mıdır? Bu görüntüde Başbakan, Bakanlar Kurulu, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanından üstün müdür yoksa daha düşük müdür?

Yani Brifinglere çağırmak veya BÇG talimatlarıyla kurum ve kuruluşları yönlendirmenin masum olduğunu, kimseye zarar vermediğini, mahalle baskısını oluşturmadığını iddia etmek, Genelkurmay Başkanlığında ve Cumhurbaşkanlığında yapılan iki farklı resepsiyonla aynı anlam taşıdığını iddia etmek kadar gülünç olacaktır.

Sayın Başkanım;

Bana söz verdiğiniz için sizlere ve heyetinize yürekten teşekkür ederken huzurunuzda bir kez daha taleplerimi yinelemek istiyorum.

1-Yüce mahkeme tarafından davaya müdahillik talebimin kabul edilmesini,

       2- 20 yıldır fişlenmemden ötürü uğradığım maddi ve manevi zararlarımın
karşılanması için yardımcı olunmasını,

3 En başta beni fişleyen, fişleme tutanağında adı geçen, hayatımda hiç görmediğim
ve tanımadığım karakol komutanı Nedim Yerli hakkında huzurunuzda bir kez daha suç duyurusunda bulunuyor, söz konusu Nedim Yerli’nin adaletin ve hukukun önünde hesap verilmesini sağlayarak hak ettiği cezaya çarptırılmasını,

         4- On binlerce TSK mensubu ve Sivil insana, aileme, rahmetli anneme, daha dört yaşındayken oğluma ve şahsıma bu zulmü reva gören 28 Şubat darbecilerinden hesap sorulmasını yüce adaletten arz ve talep ediyorum.

Saygılarımla…. Cüneyt ALPHAN






YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



YORUM YAZ

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
FOTO GALERİ
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
YUKARI