“Kötü yönetilen bir ulus için birinci çare para enflasyonu, ikinci çare de savaştır. Bu ikisi geçici bir refah sağlasalar da, ikisi de sürekli yıkıma neden olur. Ve bu ikisi politik ekonomik oportünistler için bir sığınaktır.”/ Ernest Hemingway (1932)
Ak Parti, “yolsuzluk, yasaklar ve yoksullukla mücadele” vaadiyle iktidara geldiğinde, bu rüzgâra kapılanlardan, Erdoğan’ın 2005 Ağustos ayında Diyarbakır meydanında “Kürt Sorunu benim sorunumdur” dediğinde, inananlardan ve cani gönülden hiçbir beklenti içinde olmadan desteklenenlerden oldum.
Ama Ankaralılaşan Ak Parti, Ankaralılaştıkça devletleşen, devletleştikçe halkla arasına mesafe koyan, mesafe koydukça otoriterleşen ve otoriterleştiktçe de baskı ve zulüm uygulayan bir hal almaya başladı. Tıpkı 1946 yılında aynı vaatlerle iktidara gelen DP’nin sonrasında otoriterleşmesi ve baskıya başvurması gibi, Ak Parti de aynı yörüngeye girdi.
Son yıllarda bütün muhaliflerini, farklı düşünen bütün kesimleri, bunların içinde en çok düşünen gazeteci ve yazarları teröristlikle, teröre destek vermekle suçlamaya başladı, yetmedi çoğunu kodese gönderdi. Yüz yıldır kendi halkına, toplumuna tuzak kuran egemen devlet ideolojisinin aynı yöntemlerine başvurmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik suçladıkları “terörist” tanımı, literatürdeki terör tanımıyla da asla uymamaktadır.
“Terör” kavramı siyasi literatüre Büyük Fransız Devrimi döneminde girmiştir. İlk defa Kasım 1794 de telaffuz edilmiştir. 5 Eylül 1793-1794 arasındaki rejime verilen addır. Bizim dilimizde terörün karşılığı ise “tedhiştir.” “Tedhiş,” demek, dehşet vermek, dehşete düşürmek, şaşırtmak, korkutmak, yıldırmaktır.”
Terörün tanımı; “Siyasi bir amaca ulaşmak için başvurulan şiddet eylemine terör, eylemi yapana da terörist” denilir.
Peki, şiddet kullanma tekeline sahip yegâne aygıt devlet değil midir? Bugün dünyanın pek çok devletinde baskı, şiddet, korku, yıldırma, korkutma sayesinde, zora dayanarak tesis edilmemiş mi, varlığını şiddeti, baskıyı, terörü sürekli kullanarak, manipüle ederek sürdürmemiş midir?
Egemen devletler, neden kendi şiddetini şiddet, kendi tedhişini tedhiş, kendi terörünü terör olarak saymaz?
Nasıl oluyor da, neyin terörist, kimin terörist olduğuna devletin adamları, onların akıl hocaları, egemen ideolojiyi üretip yayan kendinden menkul, her konunun uzmanı ve hiçbir uzmanlığı olmayan zevatlar karar verebiliyor?
Boşuna, “nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir” denmemiştir.
Terörle mücadele kanununun 7/2 maddesinde tarif edilen suçun oluşması için gereken eylemeler; “cebir, şiddet veya tehdit içeren yönetmelerini meşru göstermek, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini övmek, bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapmak” olarak tanımlanmıştır.
O halde Boğaziçi öğrencileri bu suçu işlemişler midir, işlemişlerse, haklarında herhangi bir yargı kararı var mıdır? Yok! Peki, nasıl terörist oluyorlar? KHK’dan dolayı ihraç edilen yüzbinlerce insana da terörist diyorlar. Bu insanlar yargılanıp haklarında herhangi bir karar verildi mi? Yok! Bunlar nasıl terörist oluyor? Bu liste bir hayli uzundur.
ABD, Horişima ve Nagazaki’ye atom bombası atması sonucunda ilk anda 220 bin insan öldürüldü. Arjantin’de Amerikancı cuntanın 1978-83 aralığında 20 binden fazla insan öldürüldü. Irak’a yapılan müdahalede milyonlarca insan öldürüldü.
O halde literatüre göre kim terörist oluyor?
Şu da bir gerçek ki; devletler tarafından terör örgütü sayılan örgütlerin arkasında da ekseri devletlerin olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Bu terör örgütleri genellikle bu devletlerin istihbaratları tarafından peydahlanıyor, finanse edilip sonrada sahaya sürülüyor. Mesela Afganistan’da Ruslara karşı savaştırılan Taliban bir ABD-Suud ortak yapımıydı. PKK Lideri Öcalan’ın bir MİT elemanı olduğunu Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığını yapan İdris Naim Şahin söylemiştir.
Dolaysıyla, dünyada “terörle mücadele söyleminin” asıl işlevi, terörü bahane ederek, haklı direniş hareketlerini etkisizleştirmek, özgürlük taleplerini püskürtmek, sınırlı demokrasi ve özgürlükleri yok etmek, baskıcı-despotik rejimleri dayatmak, istenmeyen devletleri çökertmek olarak karşımıza çıkıyor.
Her zaman yasallıkla meşruluk veya yasal olanla meşruluk arasında doğru yönde bir ilişki de yoktur. Her durumda yasal olan da meşru değildir. Örneğin Doğu ve Güneydoğu’da yakılan binlerce köy, işlenen binlerce faili meçhul cinayet, gözaltında kaybolan binlerce insan devlete göre yasal ama meşru değildir. Roboski’de devletin bombalarıyla öldürülen 34 kişinin öldürülmesi meşru mu? Daha 12 yaşındayken devletin kurşunuyla öldürülen Uğur Kaymaz’ın ölümü meşru muydu?
Muhalifi düşman, faklı düşüneni hain ilan etme yolunu tercih eden Ak Parti yetkililerine şunu da sormak lazım:
2009’da, İstanbul’daki KCK eylemlerinde belediye otobüsüne Molotof atılmıştı. 17 yaşındaki Serap Eser yanmış, 29 gün sonra da vefat etmişti. Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, İstanbul Küçükçekmece’de lise öğrencisi olan Serap Eser’in İETT otobüsünde yanarak yaşamını yitirmesine neden olan Molotof kokteylini atan kişinin MİT elemanı olduğunu açıklamıştı. Bu, faili devlet olan bu eylemi nasıl tanımlamak icap eder?
“6-7 Eylül olayları muhteşemdi” diyen MGK eski Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu; “Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini arzu ederseniz, sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şeyler yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harpte bir kural vardır. Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yıkılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılırsa mesela…”
Yani devlet kendi halkına tuzak kurdu/kurar diyor.
Julie Benda; “Entelektüel, tüm dünya yalan karşısında secde ederken bile, insanlık vicdanını savunabilendir” diyor.
Her koşulda, inancımız ve kutsiyetimiz ne olursa olsun vicdanımızdan vazgeçemeyiz.