Bir yurttaş ve bir gazeteci olarak, önce Allah’a, tarihe, milletime ve vicdanıma karşı duyduğum sorumluluktan ötürü bu sorunu yazmak istedim.
Bu talebim yerine getirilir mi ve yaşanan KHK felaketinin önüne geçilir mi, bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki; herkes gibi benim de son günüm geldiğinde, önce Allah’a ve sonra vicdanıma karşı bir yüzümün olacağını, Ey Fahrî Âlem, bu imkân ve koşullarda ancak elimden gelen buydu ve bunu da yapabildim diyebileceğimi biliyorum.
Bunu yapmakla da; sanırım meleklerin şahitliğini de sağlayabilirim.
Çok dindarım desem hilaf olur ama sonuna kadar Allah’a ve Resulüne inancım ve imanım tamdır. Sıradan herhangi birinin bir yumruğuyla yere inebilir zayıf-çelimsiz bedenim, ama imanımı soruyorsanız, kâinata meydan okurum.
Hayatım boyunca da hiçbir tarikat, hiçbir cemaat, hiçbir hareket ve hiçbir örgütle de dolaylı-dolaysız bir bağım, bağlılığım da olmamıştır. Çünkü Cenabi Allah’ın bana vermiş olduğu hür ve özgür irademi de hiçbir gücün eline vermek de istemedim.
Ben bir KHK’lı mağdur değilim, ama gerek 28 Şubat sürecinde fişlenmem, kazanmama rağmen kamu kurumlarına atanmamam, yaşadığım acı ve sıkıntılardan dolayı bir KHK’lıdan daha çok mağdur oldum, acı yaşadım, gözyaşlarımı lokmalarımla yedim.
Gerek 28 Şubat’la ilgili ve gerekse TRT’ye açtığım davalarım da devam ediyor.
Yani bir KHK’lının ne tür acılar yaşadığını, neler çektiğini en iyi ben hisseder ve empati kurabilirim.
15 Temmuz Darbesi’nden sonra KHK’larla insanlar kamudan ihraç edilince, kamuoyundan hükümete yönelik eleştiriler olmuş, bu eleştirilere kısmı hak veren Cumhurbaşkanı Erdoğan; “At izi ile it izi birbirine karışmış” demişti.
Lâkin devamında çıkarılan KHK’larla, “at izi ile it izi” fazlasıyla birbirine karşıtı ve milyonlarca mağdurun meydana gelmesine sebep oldu.
Hiçbir yargılama, sorgulama, adli ve idari soruşturmaya tabi tutulmadan, haklarında herhangi bir idari ve adli bir karar olmadan insanlar patır patır ekmeklerinden ve hayatlarından oldular.
Oysaki bu uygulamanın benzeri; yeryüzüne gönderilen 124 bin peygamberin hiçbir uygulamasıyla örtüşmemektedir. Yeryüzüne gelen en son peygamber, peygamberler Şahı koca Resulüllah ve ona indirilen en son kitap olan Kur’an’ı Kerimin hiçbir hükmüne de uymamaktadır.
Beşeri hukuk açısından baktığımızda da Magna Carta’dan beri var olan evrensel insan hakları beyannamesinin hiçbir maddesine de uymamaktadır. Başta kendi anayasamız ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerinin hiçbir hükmüne de uymamaktadır.
Hıristiyanlık da dahi insanlar “aforoz” edilirken asla ekmek ve mülkiyetlerine dokunulmamış ve halen de dokunulmuyor. Sadece dinden çıkarılmakla yetiniliyor. Bütün insanlık tarihinde adaletin ve hukukun en temel vazgeçilmezi ve kutsalı olan savunma hakkı dahi verilmeden yapılan bütün ihraçlar kanunsuz, hukuksuz ve adaletsizdir.
Saygıdeğer büyüklerime, sevgili küçüklerime, ablalarıma, inancı ve kutsalı ne olursa olsun yüreğinde merhamet ve vicdan taşıyan herkese soruyorum:
Geçen Adıyaman’dan bir arkadaşımla sohbet ederken, konu insan haklarına gelince; “ya abi, bizim orada, KHK’dan atılan anne-baba cezaevine atlınca, çocukları dedelerine bırakılıyor. İki çocuğu, bir gün dışarı çıkarken karşıdan gelen araba çarpıyor ve ikisi de orada can veriyor” deyince yüreğimden hançer yemiş gibi acı hissettim. Boğazım düğümlendi, ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Gece boyunca yatamadım, başıma ağrı girdi. Hayata, insanlara, insanlığa, bütün adaletsizliklere ve yaşanan bütün acılara isyan ettim. Allah’ım bu nasıl bir acı, bu nasıl bir zulüm ve bu kederi çocukların aileleri nasıl kaldırabilir? O çocukların suçu-günahı neydi? Henüz hayatın baharında yaşayan bu çocuklar hayattan koparılacak kadar nasıl bir günah işlemişlerdi? Onlar ölecek çağda değillerdi ki?
Bu sorular ve isyanlar arasında kendi evladımın sorusu aklıma gelince, daha beter canım yandı. Ayrı yaşadığım çocuğuma kavuşmak güzeldi ama ayrılık anı geldiğinde ikimizin de canı yanıyordu. Bir gün perişan pansiyonun balkonundan aşağı bakarken sohbet ediyorduk. Ayrılığımıza dair çok soru sordu ve benim bulup uydurabildiğim tek kılıf; “kader”di.
Oğlum, “kader” dedim.
Daha dokuz yaşındaki oğlum; “Baba, bu ne biçim kader? Bak aşağıda onca insan geçiyor, onca insan varken neden biz?” sorusu karşısında adeta yıkılmıştım.
Şimdi soruyorum size ve lütfen elinizi vicdanınıza koyunuz. KHK’dan dolayı mağdur edilen, ana rahminde ölen, kazaya kurban giden, sürgün edilen, açlık, yoksulluk ve hayatın her türlü acısını yaşayan ve çocukluğun bütün nimetlerinden mahrum edilen bu çocukların suçu-günahı nedir?
Onlara bu acıyı ve kahredici hayatı yaşatan büyükler, bu hakkı ve yetkiyi nereden, nasıl ve hangi vicdanla alıyorlar? Bu zulmü yapanlar, Allah’a ve Resulüne inanmış olabilirler mi? Yüreklerinde zerre kadar vicdan, merhamet ve ahlak taşıyabilirler mi?
Bütün insanlık tarihinde en aşağılık, en ahlaksız ve en haysiyetsizce kabul edilen “iftira” ve bu aşağılık iftirayı atan iftiracılar yüzünden bunca insanın hayatını cehenneme çevrilmesine göz yummak, onay vermek ve hatta oh demek, insanlığın hangi ahlakına sığar?
Darbeden sonra bir gün gece 12:00’de daha önce TRT Kürdi’de beraber çalıştığımız haber Spikeri Turan Aktaş aradı, “abi yarın görüşebilir miyiz?” dedi. Olur dedim ve görüştük. Görüşmede, “abi, Haber Müdürü Gülabi Eryaman, bana ya istifa edersin, ya da seni FETÖ’cü şikâyet eder, tutuklatırım dedi. İstifa dilekçemi de verdim. Ne yapayım? Yardımına ihtiyacım var” dedi.
OHAL yeni ilan edildiği ve izinler kaldırıldığı için, hukukçular istifa geçerli değil, işine gitsin dediler. Ancak sanırım ikna olmadığı için ayrıldı işten. Sonra üzüntünden kansere yakalanıp hayatını kaybetti.
Sn. Cumhurbaşkanımıza, hükümetimize ve bütün milletimize sesleniyorum. Bu KHK felaketi, daha büyük felaketlere sebep olmadan durdurun ve iptal edin. Çok acılar yaşandı, yaşanıyor ve her gün canlar toprağa gidiyor. Bu acılar devam ederse bizim felaketimiz olur