Bugun...
Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Şehirleşme


Cüneyt ALPHAN GÜNEŞ DOĞARKEN
 
 
facebook-paylas
Tarih: 05-04-2022 01:53

Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Selçuk Özdağ’ın “Enpolitik. Com” haber sitesine, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde şehirleşme ve mimari yapılarla ilgili akademik, tarihsel, siyasal ve sosyal yönü de bulunan mülakatı çok önemli bulduğum için özetini sizlerle paylaşmak istedim.

Şehire, şehirciliğe, mimarîye ve imar konularına gençliğinden beri ilgi duyduğunu belirten Özdağ; “TÜİK’in tespitlerine göre, 2016 yılı itibariyle nüfusumuzun takriben %74’ü şehirlerde yaşıyor” der.

Mülakatın özeti:

Selçuk Özdağ; “bizim şehir serencamımızın çok derin kökleri var mazide. Mazi derken, hem Türk tarihini hem de Türklerin Müslüman olduktan sonraki tarihini kastediyorum. Fethedilen, yerleşilen veya yeniden kurulan her beldeyi bayındır hale getirmişiz; evler, köşkler, hanlar, hamamlar, camii ve medreseler çok güzel mimarî yapılar inşa etmişiz, bu yapıları en güzel şekilde tezyin etmişiz (süslemişiz). Gelenekleriyle, kültürleriyle herkes insanî ölçüler içinde yaşamış. Taşa, toprağa, mermere, cama bir ruh üflenmiş; şehirler bu ruhla neşv-ü nema bulmuş adeta.

Azınlıklara mahallî ve millî işlerde serbesti verilmiş yani hükümet onların dillerine, dinlerine, kiliselerine, havralarına, okullarına, mahkemelerine, hastanelerine, medeni hallerine, evlenme, boşanma, doğum, ölüm gibi işlerine karışmamıştır.

Mimarlık da bir yapı üretimi biçimidir, ancak bir yapı inşa etmenin mimarlık sayılabilmesi için, bilinçli bir tasarım sürecinden sonra uygulanmış olması gerekir. Yani, kapalı iç mekânlar oluşturmayı amaçlayan ve bir mekân üretimi etkinliği olan mimarlığı, herhangi bir yapı eyleminden ayıran şey bilinçli bir tasarım sürecidir.

Mimarın eğitimi, yetişme biçimi, duyuşu, düşünüşü, hissiyatı, insana, eşyaya, hayata ve hadiselere bakışı, yapı ve inşa faaliyetine yön verecektir.Bir mimarın az çok ressam ve heykeltıraş olması, şiiri duyması, müzikten anlaması ve tarih, psikoloji, sosyoloji bilmesi gerekli olduğu gibi, bunların kendisine vereceği bilgi ve zevk olgunluğu ile yaratacağı binaları taşıyacak temellere de sahip olması şarttır. Mimarda ne varsa, eserde onu görürüz.

Asrının velid şairi Ziya Paşa;

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz. Görünür şahsın rütbe-i aklı, eserinde” demiştir.

Nefise, “pek beğenilen, pek güzel” demektir. Sanayi ise sanatlar manasında kullanılıyor. “Sanayi-i Nefise”, yani güzel sanatlar demektir. Sanayi-i Nefise Mektebi daha sonra Devlet Güzel Sanatlar Akademisi oluyor. Günümüzde ise Mimar Sinan Üniversitesi olarak hizmet veriyor.

Cumba, bir estetik unsur ama aynı zamanda mahremiyeti temin ediyor. Evvela, sokağa görünmeden sokağı görüyor. İkinci olarak mimarî bir yapı olan evin odası için ışık temin ediyor, farklı açılardan ışığı içeri alarak mekânı aydınlık hale getiriyor.

Amerika keşfedilmeden 300 sene önce biz Domaniç’e çınar dikmişiz. Bahçede oynayan bir çocuk annesine: “Anne!” diye bağırdığında sesini duyurabiliyorsa işte o yapının, o binanın yüksekliği insanî ölçülerdedir ki; bu da üç kattır.

Osmanlı’da resmî işler, resmî devlet görevlilerinin konaklarında yürütülüyordu. Hükümet Konakları ise daha sonra; 1860’lardan sonra inşa edilmeye başlanmıştır. Depremler için ciddi bir tedbir alınmıştır. Düz ovalarda kurulan şehirlerdeki yıkımı görüyoruz şimdi.

Aydınlık insanlar, aydınlık şehirler kurar; aydınlık şehirler ise aydınlık nesiller yetiştirir. Bu yüzden şehirler, yapısı ve mimarîsiyle halkının değerlerini, inançlarını, velhasıl kültürünü yansıtır.

Her vakıf için bir senet (yazılı belge) hazırlanır. Vakfın adı, hangi amaçları gerçekleştirmek için kurulduğu, vakfedilen taşınmaz malın yeri, özellikleri, sınırları, vakfın gelirleri ve gelirlerin nasıl harcanacağı bu belgeye yazılır.Vakıf malları devredilemez, miras bırakılamaz, satılamaz ve vakıf senedindeki amaçlar dışında kullanılamaz.

Selçuklularda, çok sayıdaki vakfın idaresinin düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlamak için bir Evkaf Nezareti yani Vakıflar Bakanlığı bile kurulmuştu. 1700 - 1800 yılları arasında, yaklaşık 6.000 adet vakıf kurulmuştur. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin 1924 yılında kaldırılması üzerine Evkaf Müdüriyet-i Umumiyesi (Vakıflar Genel Müdürlüğü) kurulmuştur.

İlk anıt; 1925 yılında, İstanbul’da Gülhane Parkına dikilmiştir. Heykelcisi, Avusturyalı bir mimardır. Taksim’deki Cumhuriyet anıtını ise İtalyan bir heykelci yapmıştır. Bu iki heykelci, o yıllarda Anadolu’nun çeşitli yerlerine birçok anıt yapmışlardır.

CHP’nin Tek-Parti olduğu 1950’ye kadar, rejimin adı “Otoriter Rejim”dir. Rejim, siyasî olarak “otoriter” bir karaktere bürününce, onun yaptığı ve eylediği her şey otoritenin rengini alıyor. Çünkü “otoriter iktidar” ancak yaparak ve eyleyerek konuşuyor.

Bu dönemde, şehircilik planlaması ve mimarlık uygulamaları, devletin gücünü göstermek için kullandığı bir propaganda aracı durumundadır. Ekim 1923’te Ankara’nın “Başkent” olarak ilan edilmesi, bu şehrin imarını, yeni baştan kurulmasını bir “devlet meselesi” haline getirmiştir.

Ziya Gökalp diyor ki:

“Tanzimat ile birlikte saymakla tükenmeyecek ikilikler doğdu. Sistemler birbirine aykırı olduğu için ikisi de birbirini bozmaya sebep oldu. Tanzimatçılar bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.”

Yabancı şehir ve imar plancısı veya mimar, mühendisler Türkiye’ye davet edildi. Fakat bunların bir kısmı da zaten Nazi baskısından kaçarak Türkiye’ye gelmişti. Ankara imar planı çalışmalarını Hermann Jansen, İstanbul’un çalışmalarını ise Henry Prost yürütüyordu. Türk mimarlar arasında “millî mimarî”, “Türk millî mimarîsi”, “inkılap mimarîsi” tartışmalarını alevlendirmiştir.

Kudema; “Kıymet, nedrettendir” demiş. Nadir olan, kıymetli oluyor. İlk yıllarda yabancı uzmanlar sayıca daha az olduğu için çok kıymet verilmiştir. İbn-ül Emin Mahmud Kemal İnal:

“Her kim diğerinin süruru ile mesrur, kederi ile mükedder oluyorsa onun dostudur, arkadaşıdır.”

İbn-i Haldun, “tarih sosyolojisi” sahasında önemli bir bilim adamıdır. “Mukaddime” adlı eserinde, toplumları genel olarak üç sınıfa ayırmıştır: Bedeviler, Hadariler ve bu ikisi arasında geçiş safhasını yaşayan toplumlar. Bedeviler, çölde ve kırda yaşar; medeniyetten uzaktırlar. Hadariler, şehirlerde yaşarlar ve temeddün etmişlerdir. Başka bir ifadeyle “medenileşmişlerdir.”

Meşhur kelâm-ı kibardır, eskiler, “Şeref ül mekân bi’l mekin” demişlerdir. “Mekân’ın şerefi ancak “mekin” ile olur. Yani, mekânlara şeref verenler, o mekânlarda bulunanlardır” diyor Selçuk Özdağ…



Bu yazı 487 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



YORUM YAZ

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
SON YORUMLANANLAR HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
VİDEO GALERİ
FOTO GALERİ
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR

Haber sitemizi beğendiniz mi?


YUKARI