Duygusalım bu gece...
Bugün (dün) hem doğum günüm hem de kandil gecesi. Dört duvarın şahidi gecenin saatleri ilerleyince duygusallığım da arttı, yaşam ile ölümün, ölüm ile öteki hayatın arasındaki ince çizgileriyle kendi hayatımı, hayatımı motive eden rüyaları düşündüm.
Yıllar sonra babamın doğum günümde öldüğünü öğrendiğimde de ne kadar şanslı olduğumu da düşündüm(!).
Evet ya, rüyalarım!
Dur, yeni okuduğum, sosyolog, tarihçi, her gün gördüğü rüyaları not eden Tehodor Adorno’nun yazdığı “Rüya Kayıtları” adlı kitabıyla ilgili bir makale yazayım, hem de kafamı dağıtayım dedim.
Düştüğün yerden kalkabilmek, mücadele edip savaşım verebilmek önemlidir, okurken hep düşüşlerimi, kalkışlarımı, zorluk, mücadeleyle geçen yıllarımı hatırladım. Altı yaşındayken babamın mezarı üzerine bırakılan küçük küçük taşları, kürekle toprak atanları, babamın üzerine toprak atanlara ne kadar kızdığımı da hatırladım.
Bu ölümle, hayatla ilk müsabakamdı.
Sanki sonraki müsabakaların da habercisiydi bu müsabaka. Sonra bu müsabakalarıma ablalarım, yeğenlerim ve annem eklenecekti. Sanki hayat, daha altı yaşındayken müsabakalara hazır ol diyordu. Her ne kadar her müsabakaya hazırlıksız yakalandıysam da çetin bir mücadele vermek zorunda kaldım.
Yakın dostumun tarifiyle bu müsabakalarla “yarım asra” dayandım.
Adorno “rüya ölüm gibi siyahtır” diyor ama yaşamımı anlamlandıran ve hayatıma güç veren rüyalardır.
“Çocuğum, eskiden sana hep, öldükten sonra tekrar kavuşacağımızı söylerdim. Bugün ise ancak şunu söyleyebilirim: Bilmiyorum” diyor.
Ama ben anneme kavuşacağımı biliyorum.
“Ben mutluluk şehidiyim” diyor. Ben ise, hem mutluluğun şehidi hem de gazisiyim.
Adorno; “Rüyamda korkunç bir yangın felaketinin gerçekleştiğini gördüm. Kozmik bir cehennemde bütün ölüler birkaç saniye boyunca canlı halleriyle tekrar göründüler ve şunu fark ettim: İşte şimdi gerçekten ölmüş sayılırlar” rüyasını okuduğumda aklıma hemen şu rüyam gelmişti.
Upuzun bir kasaphanede insan bedenleri kancalarla tavana asılmış, tavuk gibi kızartılmıştı. Bedenler arasında yürürken içim ürperiyor ve “demek cehennem böyle bir şey” diyordum kendime.
“Hangi tramvay, sadece rayları altında ezilen toprağın sesi için yol aldığını iddia edecek kadar küstah olabilir?” diye soran Adorno, “Ev sakinleri, sadece köpekleri vahşi olduğunda, sadık olur” diyor.
“Belirli rüya denemeleri, insanın kendi ölümünü bir felaket olarak tecrübe ettiğini varsaymama yol açıyor” tespiti ise, aklıma Nasreddin Hoca’nın şu fıkrasını getirdi.
Hoca’ya, kıyametin ne zaman kopacağını sorduklarında, “Küçük kıyamet karımın ölümü, en büyük kıyamet ise benim ölümümdür” der.
Adorno; “Bir rüyanın ne kadar kafa karıştırıcı olduğunu düşünün. Böyle bir bilmecenin bir çözümü olmak zorunda değildir. Bizi şaşırtır. Sanki, burada bir bilmece varmış gibidir. Rüya görmek neden bir masadan daha gizemli bir şey olsun ki? Neden ikisi de aynı derecede gizemli olmasın?” diye de soruyor.
“Her hattı sessiz ve gri gökyüzüyle kaynaşan, sessiz, hüzünlü, yağmur grisi bir stepin ortasında duruyorum.
Her silik hattında sessiz, gri gökyüzüyle kaynaşan bir grinin hâkim olduğu bir stepin ortasında duruyorum.
Es, es diye düşünüp kimse farkına varmadan gri hiçliğin içinde kayboluyorum” diyor.
İnsan rüyalarını sabah boş mideyle anlatılmaması gerektiğini, rüya, hammadde olarak sadece rüyayı görene ve rüyada göründüğünü, kişi uyandığında, rüyanın hafızada işlendiğini, not edilerek dile aktarıldığını ve daha sonrada değiştirildiğini, rüyada nesneler dünyasının tartışılamaz biçimde daha üstü kapalı olduğunu da ifade eder.
Sanatın kendi temellerini tahrip ettiği sürrealizmin sunduğu nesneler dünyası kadar gerçek olmadığını, rüya özne değil, öznelliğin ta kendisi olduğunu, ayrıca rüyanın yönelimin de ta kendisini olduğunu belirten Adorno; Felsefenin asıl görevi, bir hayvanın bakışındaki şeyi dönüştürmek olduğunu da söyler.
Rüyanın kendi dünyasını yarattığını ve o dünyanın düzeni bu dünyada geçerli olmadığını, düşünce üzerine düşünülmez; düşüncelerin çıktığı yer, düşünülen yer olmadığını, rüyalarda düşünülmediğini iddia edenler de, rüyalarında henüz düşünmemiş, düşündüyse bile bunun farkına varmamış kişiler olduğunu da iddia eder.
Adorno’yu asıl dehşete düşüren şey insanların bürokratik olarak yok edilmesi değil, bireyin geleneklere uygun biçimde azap çekmesidir.
Kitabının sonunda da şu şiiri yazar:
Ölülerin ruhları kortej halinde başka bir rüyanın içinde geçer.
Bütün bunlardan sana kalanı sıkı tut.
Bu elbiseyi sakın elinden bırakma.
Daha şimdiden şeytanlar eteklerinden çekiliyor.
Ve onu yerin dibine sürüklemek istiyorlar.
Aman sıkı tut!
O artık senin kaybettiğin ilahe olmamakla beraber
Yine ilahidir.
Bu paha biçilmez nimetten istifade ederek
Gökyüzüne doğru yüksel:
O seni çabucak bütün adi şeylerin
Üstüne çıkararak, dayanabildiğin müddetçe, fezada taşır.”
Yarım asırlık hayatımın bana ne öğrettiğini diye merak ederseniz, söyleyeceğim tek cümle şudur: Başta bütün insanlara ve bütün canlılara çıplak gözle bakmak, hiçbir ideoloji, dogmanın esiri olmamak, Allah’ın vermiş olduğu cüz-i iradeyi hür ve özgür kullanmak, insanları ve hayvanları sadece insan ve hayvan oldukları için sevebilmektir.
Ve Allah’tan başka hiçbir güce boyun eğmemek, tapmamaktır derim.