“…böyle denir ya, başka bir tarih bu. İnsanın tarihi. Vakit yaklaşıyor, eminim; bu tarihi yapanların saflarına katılacağız.” J. Paul Sartre.
Geçenlerde de yazmıştım, Türkiye’nin yetiştirdiği ender, namuslu-entelektüel ve bilimin haysiyetine inanmış aydınlarımızdan Fikret Başkaya hocanın siyasal duruşu, ideolojisi ve inancı ne olursa olsun benim için saygıdeğer ve yıllardır takip ettiğim biridir.
“Gomanist” sözcüğü de bana ait değil, eski bakanlardan Gürcan Dağdaş’ın bir patentidir. Twitter’da kullanmıştı, benim de hoşuma gitti ve kullandım. Gürcan Bey, gomanist değil ama çok iyi bir entelektüel.
“Türkiye’nin Lanetlisi: Bir muhalif Fikret Başkaya İle Sohbetler” adlı kitap, nehir söyleşisi tadında Mete Kaan Kaynar tarafından kaleme alınmıştır. Fikret Başkaya’nın neredeyse Cumhuriyetle yaşıt seksen yıllık hayatının özeti gibi olmuş.
Çok konulu, dolu dolu kitapta, aydın tanımıyla ilgili, İslam teolojisinde münevver, tenvir edilmiş, nurlandırılmış yani aydınlanmış anlamında kullanıldığını, kul akılla ürettiğiyle değil, akılla edindiğiyle münevver olduğu tespiti yapılarak Fikret Başkaya’nın, Türkiye’deki muhalefete bile muhalif olduğunu vurgulamaktadır.
Denizli’nin Aydınlar köyünde doğan Başkaya’nın, Descartes Sokağına, Paris’ten Ankara’ya varan seksen yıllık bir hayat yolculuğu anlatılıyor.
Başkaya hocanın yabancı eşi Annie’den iki kızı var. Birinin adı Caroline diğerinin adı Gülsüm. Gülsüm kendi annesinin ismidir.
Sakıncalı bir piyade olarak Erzurum da askerlik yaparken, 246’ıncı Piyade Alay’ında kırk bir sakıncalı piyade vardır, bir tanesi de sağcıdır.
Kapitalist sistemi eleştiren Başkaya; “Bir aile, hiçbir beklentisi olmadan, okulu bitirinceye kadara size bakıyor. Kendi evin gibi sanki. O dönemin insan ilişkileri işte böyleydi. Bir toplumda kapitalist ilişkiler ne kadar az gelişmişse, metalaşma/paralılaşma düzeyi ne kadar düşükse, insanlık katsayısı o kadar büyük olur” der.
Türkiye solunu eleştirirken; “Bizde sol hareket bidayetten itibaren iki temel zaafla maluldü. İki resmi ideolojinin, Kemalizmle Stalinizmin kesişme noktasında bir soldu. Sen rejimin bağnaz resmi ideolojisini sorun etmeyeceksin, sosyalizmi kurma iddian olacak!
Bu dünyada öyle bir şey mümkün değildir.
Türkiye’nin sol siyasi kültürüne mahsus bir saçmalık. İşi en iyi yapacak olana değil, kendinden olana verme saçmalığı” tespitini yapmaktadır.
Bilinç düzeyin ne kadar yüksekse, dayanma gücün de o kadar büyük olduğunu belirten Başkaya; kitapta cezaevi anılarını da yer vermektedir.
Bir tutuklanma anı:
Polis her gelene “niye geldin? Diye soruyor.
Fikret Hoca’ya;
“Sen niye geldin?”
“Kitap!” diyor.
Polis; “ne yani, sen bir kitap mı yazdın?”
Hoca, “evet kitap yazdım” diyor.
Polis; “peki gerçeği yazdın mı?”
Hoca, “yazdım.”
Polis, “o zaman elbette buraya geleceksin” diyor.
Fikret hoca, Türkiye’de bilimsel-entelektüel alanın, Avrupa merkezli ideolojinin ve onun öz çocuğu olan resmi ideolojinin hegemonyası altında olduğunu, burjuva toplumunda unvan ve diplomanın asıl işlevinin ideolojik olduğunu belirterek, Osmanlı eliti ve yönetim sistemiyle ilgili şu çarpıcı tespitleri de yapmaktadır.
“Osmanlı eliti kendisini Türk olarak tanımlamıyordu. Onlar Osmanlıydı. Zaten Türk adı onlara İtalyanlar tarafından veriliyor. Adı Batı’dan konuluyor.
Osmanlı imparatorluğu haraca dayalı (tribüter) sosyal formansyonlar ailesine mensup bir imparatorluktu. Bizans’ın devamı olan Osmanlı İmparatorluğu, esas itibariyle reayadan alınan haraca ve fetihlerle el koyduğu hazinelere dayanıyordu.
Tüm iktidarlar, tüm egemenlik sistemler, her zaman bir şanlı geçmişe ihtiyaç duyarlar. Çoğunlukla şanlı geçmiş dedikleri de bir efsanedir. Geriye doğru peydahlanmış ideolojik bir kurgudur.
Osmanlı imparatorluğunda siyaseten katl fermanları boşuna gündeme gelmiyordu. Merkezkaç eğitimleri etkisizleştirmek için sıkça başvurulan bir cezalandırma yöntemiydi. Katledilen valinin kellesi payitahta gelmeden operasyon tamamlanmış sayılmazdı” der.
Politikayla ilgili de Başkaya; “Aslında bizde iç politikayı dış politika, dış politikayı da iç politika amaçlarıyla kullanmak kadim bir siyaset geleneğidir” diyor.
Atatürkçülüğü ve ulusalcıları da eleştiren Başkaya Cumhuriyetin bir devrimle değil bir darbeyle kurulduğunu iddia eder.
“1923 ittihatçılar içinde bir darbe, ittihatçıların öteki kanadının tasfiyesini kolaylaştıran bir darbe…
Cumhuriyeti kuranlar, Anadolu’da “temizlik” yapanlar, “Teşkilat-ı Mahsusa” kadrolarıdır.
Rejim o dönemde kendini sağlama almak için aldığı her tedbiri, her uygulamayı birer inkılap olarak takdim ediyor.
Resmi tarihin, resmi ideolojinin aksine İstanbul Anadolu’yu destekliyor” iddiasında bulunuyor.
Marx Hegel’e; “Tarihte olaylar iki kere olur. Birincisi trajedidir. İkincisi komedi” diyor.