21.yy’da bilim, insan kalıtımı ve davranışlarını en gelişmiş deneysel yöntemler ve argümanlarla açıklamaya devam ederken, bilimin bile henüz tam olarak aydınlatamadığı konular var bugünlerde gündemimde. Zihnimi kemiren şiddetli düşünceler ve sorular…
İnsan beyninin en karanlık köşesi neresidir? Kötülüğün ilk tohumları hangi hücrelerde atılır meselâ? Çocuk öldürmeyi zevkle isteyecek bir katil ruh, hangi DNA hasarı ile açıklanabilir? İnsan hiç tanımadığı, bilmediği birine karşı nasıl kontrolsüz ve aktif bir öfke besleyebilir? Kötülük kalıtsal mıdır yoksa doğuştan mıdır ya da kötülüğü, kötünün yüreğinde başkaları mı günden güne besleyip büyütür? Masum canlara kıyan bir bebek katilinin kötülük tanımı nedir meselâ? Kötülüğün evi kalp midir yoksa beyin mi? Tüm bu sorular bir epikür paradoksu değil elbette. Bizzat insanın ruhunda ve vicdanında oluşan bu şeytâni duygunun temelidir esâsında beni düşündüren. Kaynağı şeytan olan kötülüğün varlığı idrak ve iradeyledir muhakkak. Fakat insan ruhu ve bedeninde hangi sebep sonuç ilişkisi meydana getirebilir tüm akıl almaz kötülükleri?
En güzel yaratılışla yaratıldığı vahyedilen insan, yaradılışın başından günümüze kadar her devirde eşref-i mahlûkât olmaktan çıkıp esfel-i sâfilin olabilmeyi bir şekilde başardı. Ne bilim ne felsefe ne din ne etik yetmedi yüzyıllar boyu kötü bir ruhu iyileştirmeye ya da engellemeye. Mutlak kötünün mutlak iyiye karşı açtığı anlamsız savaşta ne yazık ki kaybeden insan oldu. İnsanı geliştiren, dönüştüren, dünyayı ve bambaşka alemleri keşfettiren, matematiği günümüzde bile hâlâ hayranlık uyandıran antik yapıtları inşa ettiren, milyonlarca sinir ağı ve bağlantıları ile bir yaratılış hârikası olan akıl, her insana başka şeyler öğretti. Birileri dünyanın bir ucunda muhteşem sanat eserleri inşa etmek için gece gündüz çalışırken, birileri insanoğlunun çaresiz bir hastalığına ilaç bulabilmek için laboratuvarda sabahlarken, bir başkası sırf ırkını, dinini, mezhebini, rengini, seçimini ya da varlığını beğenmediği mâsum insanların dünyasını başına daha hızlı ve daha rahat yıkabilmek için çeşitli kitle imha silahları üretmeye gayret etti. Peki bunları yapabilen akıl aynı olabilir miydi ya da bunların hangisi daha üstün bir akıl ifade ederdi? Ahlâk, erdem ve etik gözetmeyen bir aklın, en gelişmiş yöntemlerle ürettiği kimyasal, biyolojik, radyoaktif veya nükleer insan(canlı) yok ediciler, üstün ve kıymetli bir akıl ürünüdür diyebilir miyiz meselâ? Elbette bunların hepsi birer zekâ ürünüdür.Fakat ben ilimle, bilimle, ahlakla,erdemle yoğrulmuş, vicdan ve merhametin tedrisatından geçmiş bir zekâyı akıl diye tarif etmek isterim. Böylelikle vicdani ve ahlaki hiçbir amaca hizmet etmeyen bu araçların hiçbirine akıl ürünü dememiş oluruz. Yüreği katılaşmamış her birey için araç kadar amaç da önemli buna hâlâ inanıyorum. Halihazırda hangi amaca hizmet ettiğini sorgulamamız gereken yüzlerce proje var günümüzde ve bu çalışmalar sonucunda elde edilen tüm bu silahları, masumlara doğrultan yüzlerce kötü.
Önceleri kötülerin, beyni ve kalbi arasında savaş halinde olan ve beyninin sinsi planlarına kalbini yenik düşüren insanlar olduğuna inanırdım. Her kalpte vicdan olmadığını ve gerçek kötünün beyni ile kalbinin olağanüstü senkronize hareket edebildiğini öğrendim sonraları. Kötülük tanımım değişti dolayısıyla insana bakış açım da. Artık zeka değil fikir önemli oldu benim için böylelikle insan fikrinin meydana getirdiği tüm olay, olgu ve ürünler insanı tanımam ve tanımlamamda ölçü birimim oldu. Öncelikle her fikre saygı duymamayı öğrendim. Prof.Dr.İoanna Kuçuradi’nin de dediği gibi “Bütün fikirlere saygı, hayır efendim. Fikirler saygı konusu değildir. İnsanlar saygı konusudur. Fikirler değerlendirme konusudur.”
İnsan hakları, adalet, hümanizm, fikirlere saygı derken ahlakı, erdemi temel almayan, terbiye edilmemiş zeka ürünü olan çarpık fikirlerin,saygı duyulup müdahale edilmedikçe insana, canlıya ve doğaya ne derece zarar verebileceğini düşünmeyi ıskaladık. Bir yandan insan hakları derken beraberinde kötü fikirlere kayıtsız kalmayı da tercih ettik. Modern Psikoloji’nin hayatımıza kattığı benci olma kavramını bencil olmakla karıştırıp bize uzak coğrafyalarda bizden olmadıklarına inandığımız ya da atalarının yanlış veya günahlarıyla torunlarını yargıladığımız masum insanların katliamlarına sessiz kaldık. Sessiz kalışımızın bahanesi atalarının hatalarıydı. Ses çıkarmayan onca
insanın içinde sesi çıkmayan cılız vicdanımızın cesaretsizliğinin bahanesi ise ötekileştirilme korkusuydu. Kişiye, ülkeye, inanca göre değişen adalet kavramımızın gerekçesi de başkaları olmalıydı elbette. “Türk beklenendir” denilen, cesareti ve merhametiyle övülen bir ırka; müslüman, müslümanın kardeşidir onu terketmez ,onu yalnız bırakmaz” telkinleri ile birlik ve beraberliği temel alan bir inanca sahipken, bencillik ve bireselcilik işgali altındayız. Bu bencillik ve bireyselcilik pek çok bayağı söylemi beraberinde getirdi. Benden önce başkaları söylemeliydi haksızlığı, yolsuzluğu, adaletsizliği diyenler.Dünyanın gözü önünde Doğu Türkistan da, Bosna da, Filistin de, Arakan da soykırımlar yapılırken, uluslararası hukuk ve adalet için öncelikle ülkemden önce başka ülkeler devreye girmeliydi diyenler.Eğer zulüm müslüman bir ülkede ise insanım diyen değil de müslümanım diyen ilk önce davranmalıydı diyenler ve daha niceleri... Ne kadar saygın fikirlerimiz vardı öyle değil mi? Tüm bu tezatlıklara rağmen önüne geçilmeyen vicdani rahatsızlıkla baş edebilmek için bütün yaşanılan ve yaşatılanları görmemiş, duymamış gibi yapmak veya boşvermek en güvenli liman oldu. Umursamayınca rahatladık zira umursamak bir bedel ve reaksiyon gerektirirdi ve artık reaksiyon bizim atıl ruhumuza göre değildi. İnsanoğlu hiçbir çağda konfor alanını bu kadar sevmedi.
Küresel bir yangın çepeçevre sarmışken dört bir yanımızı hâlâ iyi kalmaya gayret edenlerin ataleti, suskunluğu ve çaresizliği acıtıyor canımı. Ekranlar arasında sıkışıp kalmış ruhumuz bir boşluk bulup kendi başına kaldığında tüm bu sessizlikleri delen bir çığlık atmıyorsa, dilimizden dökülse de bu bananecilik içerlerde bir yerlerde ufak da olsa bir sızı yaratmıyorsa ve yaşanılanlar unutulup hayat kaldığı yerden akabiliyorsa durup kendimize sormamız gereken bazı sorular olduğunu düşünüyorum.
Kötülüğe hareket bağlamından baktığımızda aktif veya pasif olarak ayırabilir miyiz? Bir insanın kötü olabilmesi için illa fiil gerekli midir? İnsan hiçbir şey yapmamayı tercih ederken de kötü sayılabilir mi mesela? Tüm dünyanın adalet kavramı temelinden sarsılmışken ertelendikçe ertelenen o mutlak adalet hangi divandadır? Düşünceler ve sorularla yorgun düşmüş zihnim cevapları buralarda bulamayacağından emin gibi ama susmak tabiatında yok. Adaletsizliğin, kötülüğün, kokuşmuş zihniyetlerin ve bu kökünden çürümüşlüğün ortasında sorularla boğuşurken Nurulah Genç’in bir dizesi geliyor aklıma.
“Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü,
Hakların temeline sanki bir volkan düştü..
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü,
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan,
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü..”
Ez cümle meselenin temelde, kaybedilen bir öz meselesi olduğunu düşünüyorum. Bir türlü aslına rucu edemeyen benliğimiz, iman, ahlak ve erdemle terbiye edemediğimiz zekamız, yorgun ve hasta inancımızla olduramadığımız bu öz, önce bizi sonra tüm toplumu temelinden sarstı.
Şimdi nerden tutsak elimizde kalıyor…
Vesselam